Hafızama hep çok güvenirim. Böyle ukala bir güvenme değil. Yıllar içinde oluşmuş bir güven. Bir yere not aldığım şeyi unutmam, ayrıntılara dikkat ederim, olaylar gözümün önüne gelir, gerekince sahneyi zihnimde canlandırır bir bir anlatırım durumun nasıl gerçekleştiğini, her zaman inanarak, hep yürekten.
İki sene önce üzerime aldığım iş zamanla zihin ve tahammül kapasitemi zorlar hale geldi. Aşırı detaylı, çok fazla kişiyle iletişim halinde olduğum ve bir eksikliğin anında pek çok kişinin işini etkilediği bir durum söz konusuydu. İş yoğunluğuna sürekli değişen iş partneri, ailevi problemi olan, ısrarla ilgi çekmeye çalışan, meşgul etmeye uğraşan kişiler eklendi. Sonunda bir baktım, işin içine sıkışmışım, çıkamıyorum. Bedenim evde, tatilde ama beynim dinlenmiyor hep işte. Aslında böyle olduğunu fark ettim denemez. Zamanla, sinsice geldi. İşin stresi arttıkça kendi içime, kendi dünyama, içgüdülerime hapsoldum. İş dışında bir şey konuşamıyordum. İş yoğunlaştıkça ben kendimi rahatlatamaz, gevşeyemez oldum. Uykularım kaçtı. Belki 6 ay hiç derin uyuyamadım. Hep yorgundum. Ben ne istiyorum bilmiyordum. Ben kimdim, neyi severdim? Geleceğe yönelik plan yapamaz oldum. Hayatı Ad-Hoc yaşadık bu yüzden 1 yıl. Sonra bir gün geçmişteki olayları hatırlamaya başladım. En feci uykusuzluklarımın başlangıcı da öyle oldu. Hatırlamak istemediğim bir şeyin tekrar canlanması. Yeniden aynı şartların oluşması. İstemediğim bir şeyin tekrar olma ihtimali. Karma.
İnsan nasıl da kaçamıyor kendinden, aklındakinden. Aynı şartların oluşması bir korkuyu tetikledi, sonra tüm korkularım tetiklendi. Bütün korkularım gerçek olacak sandım. Böyle geçmişi ve geleceği düşünürken uzun süre uyuyamadım. Bir haftadan fazla süren bir uykusuzluk. Ancak yorgunluktan bitince sızacak kadar uyku, sonra yine stres, yine uykusuzluk. En sonunda kabuğuma çekildim. Zaten hiç kimseyle konuşacak halim de yoktu. Böyle kendi içime hapis yaklaşık iki ay geçti. Ondan sonra hatırlıyorum dediğim şeyleri sorgulamak istedim. Ne kadarı gerçek, korktuğum şeylere ne kadar güvenebilirim, ne kadarını doğru hatırlıyorum bilmiyordum.
Norveçli biri yazar ve gazeteci, diğeri psikiyatrist iki kız kardeşin hafıza üzerine yazdığı bir kitap buldum. Adı ‘Deniz Atının İzinde’. Kitap almanca, türkçeye çevrilme ihtimali çok uzak geliyor bana maalesef. Halbuki benim için çok bilgilendirici oldu, Türkiye’de de okurlara ulaşmasını isterdim.
Kitapta konular uygun bir sıralama ile beynin yapısından, bilim insanlarının araştırma sonuçlarından başlayıp, ölmeden önce aklımızdan geçenlerin sebebine, yanlış hatıralara, beyindeki hafıza merkezinin zamanla büyümesine, unutmaya, geçmişten gelen bilgilerle geleceği şekillendirmeye ve hafızamızla geleceğimizi bilmeye varmış.
Henry Molaison’un ilginç yaşam öyküsü ile başlamışlar beynin yapısını ve hafızayı anlatmaya. Epilepsi hastası Henry’nin tedavi maksatlı hipokampusünün alınmasından sonra sadece 20 dakikalık hafızaya sahip olması bilim için önemli bir malzeme olmuş ve hafıza ile ilgili önemli sorular yanıtlanmış. Aynı şekilde hiçbirşeyi unutmayan birinin hayatını şekillendirişi ve onun nasıl her şeyi detayıyla aklında tuttuğu da bir başka konu olmuş. İncelemelerde baskı altındayken hatırlamanın zorluğu, sakin ve keyfimiz yerindeyken kolay olduğu ispatlanmış. Filler gibi uzun yaşam beklentisi olan hayvanların hafızası daha güçlü. Bu durumda hafızası güçlü olan insanların ömrü de daha uzun oluyor. (Kaza, doğal felaket veya herhangi bir ölüm şeklinden değil, doğal ölüm için benim yorumum.) Paraşütle atlarken, hayatımızı riske attığımız bir durumda gözümüzün önüne hangi hatıralar geliyor? En mutlu olduklarımızı, en üzüldüklerimizi neye göre seçiyoruz? Bu sorunun cevabı değil, ancak insanın hayatında en belirleyici olan zaman dilimi ilk gençlik yıllarından yirmili yaşların ortasına kadar olan zamanmış ve en iyi bu dönemi hatırlarmışız. Depresif insanlara pozitif hatıralarının canlanması yararmış. Etrafındaki olayları her detayı ile kaydeden kişiler travma geçirmeye daha yatkın olurken, olayları yüzeysel gören kişiler durumu içselleştirmedikleri için travma veya depresyona geçirme ihtimalleri daha düşük oluyormuş. 22 Temmuz 2011’de Norveç’te gerçekleşen terör saldırısından kurtulan Adrian Pracon ile görüşmüşler. Adrian olayın travmasını uzun süre yaşamış, travma sonrasında huyları değişmiş, daha farklı biri olmuş. Travmayı bu saldırı ile ilgili kitabı yazarken atlatmış. Saldırı esnasında öyle olduğuna emin olduğu bir sahne aslında öyle değilmiş. Öyle olmadığını çok sonra öğrenmiş. Zihnimizin bize oynadığı oyunun ispatı olarak Adrian’ın öyküsü güzel ele alınmış.
Birleşmiş Milletlerde ve daha pek çok ülkede göz altına alınan, aslında suçsuz olan kişilerin polis baskısıyla, dış dünya ile iletişimlerinin kesilip olayın hikayesinin defalarca kendilerine anlatılmasıyla itirafa zorlandıkları pek çok vakada ortaya çıkmış. Norveçli bir genç polis tarafından kuzenini öldürdüğüne ikna edilmiş ve suçunu itiraf etmiş. Halbuki bu gencin olay yerinde DNA’sı bulunmamış bile. Hatalı yargı ancak suçu işleyen kişi kendi karısını öldürdüğü ve iki olaydaki DNA birbiri ile uyuştuğu zaman ortaya çıkmış. Hatalı kararlar, yargılar ve zihin üzerinde yapılan bu tür incelemeler neticesinde artık hafızaya dayalı itiraflara daha şüpheli yaklaşılıyormuş ve bu sebepten Birleşmiş Milletlerde mahkemelerde psikologlar bulunuyormuş. Travma geçiren, uyku eksikliği yaşayan kişilere olan, olmayan pek çok şey itiraf ettirilebilirmiş. Aynı şekilde bir olaya tanık olan kişiler de istemeden yanlış tanıklık edebilirlermiş. Olay sonrası konuşmalarda kişiler farkında olmadan birbirlerini ikna ediyorlarmış. Böylece olayı işleyenin profili bir anda başka biri olarak anlatılıyormuş. Baskı altında zihin her zaman kötü çalışırmış.
Peki hafızamızı nasıl geliştirebiliriz? Bunu ölçmek için Londra’da taksi sürücüleri üzerinde inceleme yapmışlar. Taksi sürücülüğü için eğitim alan ve henüz Londra’nın trafik haritasını zihnine kaydetmemiş şoförlerin hipokampusünün büyüklüğü eğitim öncesinde ve sonrasında karşılaştırılmış. Sınavı geçen şoförlerde hipokampusun kaydetme alanının büyüdüğünü görmüşler.
İnsanların önemli bir kısmı başarılarını ve doğru yaptıkları şeyleri hatırlarmış. Bu da kendileri ile ilgili yanlış bir resme sahip olmalarına neden olurmuş.
İnsanlarla birlikte hayvanların da hafızasından bahsedilmiş. Kuşların sakladıkları solucanların ve tohumların yerini aylar sonra bilmeleri resim hafızasına bağlanmış. İnsanlar yaşadıklarından öğrenmeselerdi hep avcı ve toplayıcı olarak kalırlardı denmiş. Bu yüzden tok bir insan ve tok bir aslan karşılaştırıldığında korkulması gereken tok insan oluyor. Kendi hayatının içine sıkışan insanların bir kütüphaneye gidip kitaplarla paralel dünyaya geçmesi, filmler izleyip başkalarının hayatlarını ve problemlerini görmesi rahatlatıyor. İnsan eğer hiçbirşeye odaklanamazsa o zaman geçmiş ve gelecek hakkında düşünmeye başlıyor. Geleceği hayal edenler geleceği oluşturuyor ve belirliyor. Birisi randevusunu hayal ederken bir başkası bir ürünün satış stratejisini hayal ediyor ve gelecek bu oluyor. Bu hayaller için hafızaya ihtiyacımız var. Rüya görmezsek, geçmişi hatırlamazsak, gelecek için ne istediğimizi bilemeyiz. Henry Molaison’un hafızasına sahip olsaydık, dünya bugüne gelmezdi.
Hep bildiğimiz şeyler değil mi bunlar? Kitap bize bildiklerimizi bir kez daha canlı örneklerle anlatıyor. Hafıza sorunu yaşamış, travma geçirmiş kişilerle röportajlar hafızamıza güvenemeyeceğimizi ispatlıyor. Benim gibi hafızasına çok güvenenler için çok güzel cevaplar içeriyor. Bizi bugün olduğumuz kişi yapan hafızamız mı? Hayır. Benim için belki en önemli cevap buydu. Kötü veya iyi hatıralarım değil, onları nasıl harmanladığım beni ben yapan. Geçmişten ders aldıysam artık gelecekte başıma geleceklerden de korkmuyorum. Bu korku ve uykusuzluk dönemi bir karmanın açığa çıkmasıydı. Bitti.
*The Guardian yazarlarla röportaj yapmış. Linki şurada: Hafızana Asla Güvenme
Çok beğendim, başkaları da okusun